Birinci bölüm
-Garip-
Arabadan indi bir bey
“Baksana delikanlı!”
“Buyur bey”
“Bu köyün adı ne?”
“Kuşsaray”
“Senin adın ne?”
“Garip”
“Kuşsaraylı Garip!
Kaç yaşındasın?”
“Ben bilmem beyim”
“Kim bilir garip?”
“Valla anam diyor ben bilirim
Babam diyor, ben
Sonra amcam
Hepsinin hikâyesi ayrı ayrı..”
“Anlat da dinleyelim şu hikayeleri Garip?”
“Anam diyor oğlum sen “Koyunlar kuzularken doğdun
Köyün çocukları çiğdem toplamış
Sana getirdiler
Ben de yüzünde gözünde gezdirerek
“Hoş geldin sefa geldin
Kadem kerem getirdin
Yastığın düz
Ömrün uzun olsun” deyip
Yastığının altına koydum
Ve sen kor komaz uyudun”
Babam diyor “Hayır oğlum
Anan bilmez, onda akıl ne gezer,”
Anam babama seslenir
“Allah hayrını vere kendin çok akıllısın sanki…”
“Oğlum sen annene bakma,
Sen ot orağında doğdun
Rahmetli deden kızdı
Esti, yağdı
Gelin neden gelmedi diye
Ben utancımdan birşey diyemedim,
Sonra amcam başka şeyler anlatıyor
“Yeğenim, sen onları duyma
İkisi de bilmiyor
Sen doğduğunda daha
Harmanlar kalkmamıştı
Akşam üstü şahnalar
Harman harman dolaşarak
Öşür topluyorlardı
Samanların arkasından
Çocuğun biri bağırdı
“Veli ‘kalın boz inek
Kara bir dana buzaladı”
“İşte sen o kara danayla
Güne gün yaşıtsın.”
“İşte bey onlar anlatırlar
Ben dinlerim
Çok da hoşuma gider onları dinlemek
Allahıma bin şükür
Göbeğimi düz kesmişler
Yastığımın altına çiğdem koymuşlar
O gün bu gündür
Hiç hastalanmadım bey…
Nereye gönderdilerse gittim
İşimi yapıp, döndüm
Sağlıklıyım çok şükür
Büyüklerime
Milletime
Hükümetime duacıyım
Tanrının kulu
Devletin malı
Kel Memo’nun oğlu
Köyün bekçisi
Elinde kavalı
Bu topraklara
Bu insanlara
Sevdalı
Kuşsaray köyünden
Garip.
Düşlerim iki yamaçlı bey…
Aynen şu karşıki dağ gibi
Öğleden önce
Ön yüzümü
Öğleden sonra
Arka yüzümü aydınlatır
Güneş
İşte o tepeye çıkar
Alırım elime kavalı
Topal delinin öğrettiği
Bütün makamları
Çalmadan bırakmam
Bana kavalı Topal deli öğretti.”
“Topal deli de kim?”
“Topal deli deyip de geçme
Topal deli, aşık Yunus’un torunu
Kör Musa’nın oğlu
Onun anası da kaçmış,
Ne haber alabildiler
Ne de izine rastlandı
Büyüklerim bana yanlarında
Konuşmamayı öğrettiler
Kim ne derse dinlerim
Kim çağırırsa giderim
Nişan alsalar nişangâh olurum
Yemende Şehit
Korede Gazi
Kuvayi milliyede kahraman
Ne Yunan
Ne İngiliz
Ne İtalyan
Ne Fıransız
Hepsini atmışım yurttan
Şimdi sırada Irak var
Orada adımı ne koyarlar
Bilemem
Sürülmeyen arazi mi
Ayarı bozuk terazi mi
Yoksa
Ne yoluna giden Niyazi mi
Adım ne olacak
Nasıl bahsedecek benden Tarih,
Bizim Topal deli
Hemen her gün
Şu sözü söyler
“Eğer bir millet
Aynı duyumu
Aynı doyumu
Paylaşmıyorsa
toplumda
Barış
Huzur
Mutluluktan söz etmek
Mümkün değildir”
Muhtar her şeyi önce ona sorar
Ondan sonra konuşur
Ona kızanlar bile o konuşurken
Can kulağıyla onu dinlerler
Topal deli deyip de geçme beyim
Saz çalar, Kaval çalar.
Tulum çalar
Onun o kadar çok kitapları var ki
Boş durmaz okur
Bazan şiir okur
Köyün yarısı duygulanır ağlar
Eli uzdur her bir şeyi yapar
Bu topal deli
Bir kere evlenmiş
Karısı kirli Fadime
“Bu deli benimle mi
Kitaplarıyla mı evli,” diyerekten
Komşu köy
Harputların Bekçisi
Kör Memet’le kaçmış
O gün bu gündür
Köyde bir o, bir ben bekârım
Kime talip olsam
“Şu bunağa varıp da
Savaş hikâyeleri mi dinliyeceğim
Vücudundaki
Kurşun yaralarını mı
Sayacağım,” diye
Elçilerimi geri geri çeviriyorlar bey…
Çekip gideceğim bu köyden
Ben kimlerin uğruna
Yaralanmışım onlarca kez
Ecnebiyi bu topraklardan
Nasıl kovduğumuzu
Ölümün üstüne
Nasıl yürüdüğümü
Bir ben bilirim
bir de Allah
Ya işte böyle bey…”
Döner arkasına
Ne bey ne araba
Allah allah
Bismillah…
Okur bütün bildiği duaları
Yönünü döner dağlara
Dönmez bir daha
Kuşsaray köyüne
Bir tarih silinmeyecek
İzi ve dillerden düşmeyen
Söylenceleri kalır Garibin…
Kuşsaray köyünde…
“Allah cezasını versin
Böyle muhtarın
Bir aydır bekçi kayıp
Ne gören var, ne duyan
Muhtarın haberi yok
Öldü mü, kaldı mı, kaçırıldı mı?
Kagrılı kagrılı yürüyü
Köyün içinde, kör olasıca.”
“Ne bağırıp duruyorsun
Sabah sabah
Boşuna adama deli demezler
Bak Topal deli
Benim ağzımı açtırma
Sonu kötü olur
Ben nereden bilirim
Nereye gittiğini
O da senin gibi delinin biri
Delinin ne yaptığı
Ne yapacağı belli mi olur?”
“Muhtarım, aşağı köylü
Kör Zöhre “Ben sana varırım,” demiş
Öyle söylenip duruyordu
Sakın o kaçırmasın,”
“Ulan çil dürzü, sen dellendin mi?
Sende hiç akıl fikir yok mu?
Adam bu kadar saf olur mu?
Kör Zöhre’nin, tahtaya
Bir osuruk borcu kalmış
Tabii, tabii iyi tuttururlar
Biri kör, biri deli
Kör Zöhre’nin
Oğulları, kızları, torunları
Ne der, ha…
Hiç düşündün mü?
Sen de başımıza kör Zöhre çıkarma
Sanki başımızdaki dert çok azdı
Git kardeşim sen kafayı mı yedin.”
“Ben onu bunu bilmem
Bağırarak kimi korkutacağını sanıyorsun, muhtar!
Eğer o garibimin başına bir iş gelirse
Gerisini sen düşün.”
(Yürür ilerler Topaldeli)
“Yahu siz benim başıma bela mısınız?
Nedir benim sizden çektiğim
Hep deli
Hüp deli
Beşikteki kafa sallıyor
Yahu n’oldu bu Kuşsaray’lıya
Ağızları eğrilse
Başları ağrısa
Deprem olsa benden bilecekler
Bıktım artık sizden de sizin muhtarlığınızdan da
Ne demek, sen düşün
Dur gitme Topaldeli
bir de göz dağı ha…
Dur da düşünelim,
Köylünün bir ağzını arayalım,
En son kim görmüş,
Kiminle konuşmuş
Belki birilerinin haberi vardır.”
“Muhtar, Garibi hiç tanımamış gibi konuşma
Garip kimseyle uğraşmaz
Kimseye küsmez
Kim ne derse desin duymaz
Kendi halinde biridir
Bunda bir bit yeniği var
Varsa, biri Garibin damarına bastı
Önce köyün hocasına soralım
Köyün öğretmenine soralım
Köylüye soralım onlar da bilmezse
Gidip Cinci Hocaya
Kurt ağzı bağlatalım
Kurt kuş yemesin deli deyyusu.”
(Gülüşürler)
“Bak muhtar, beni iyi dinle
Ben de gitmek istiyorum
Bu köyden, gayet ciddiyim
Garip bulunsun, gitmek isterse
Onu da alıp bu köyden gideceğim
Her şey gibi bu köyün toprakları da bereketsizleşti.
Ekin ek, ekin alamazsın
Çalış çalış, elde var sıfır
Onun duvarını ör bedava
Falancanın çiftini sür bedava
Bilmem kimin çatısını çat bedava
Ahmet Emminin sabanını onar bedava
Felâketler bedava
Korkular bedava
Düşler bedava
Ufuklara bakma bedava
Emek bedava
“Hadi bir günümü kendime ayırayım,” diyemezsin
Gelecek korkusu
Hastalık korkusu
Hastalansan bağırarak ölürsün
Ölüm bedava, yalnız, mezar paralı
İki lokma ekmeğin acı
İki lokma ekmeğin tokuyuz
Açlık ve gelecek korkusu her şeye sinmiş
Kesin giderim bu köyden
Bir başım bir peşim
Bir abam var atarım
Nerede olsa yatarım
Şehirde köydekinin yarısı kadar çalışmam
Elimden bir çok iş gelir
Müzik aletleri yapar satarım.
Gündeliğe gitsem yeter.”
“Yahu n’oldu bu köylüye
Köyün suları akıyı
Köyü gâvur basmadı
Yok yok ben biliyim
Sizin bitiniz kanlandı
Ben ne konuşup duruyorum ki
Bir karıya bile sahip olamayan
Bu kendini beğenmişlere
Cehenneme kadar yolunuz var
Gidin size mi yalvaracağım.”
(Muhtarın küçük kızı Hatice’nin sesi duyulur)
“Baba baba! Sofra hazırmış anam çağırıyı
Topaldeli’yi de getirsin dedi anam”
“De hadi kalk topal, gidip karnımızı doyuralım,
Kes artık
Cinlerim tepemde bir kelime daha söyleme sakın.”
“Gene ne oldu muhtar
Biz gidince muhtarlık
Elinden gidecek ,diye mi korkuyon
Hiç korkma senin gibisini
Kuşsaray köyü bulamaz
Ağlayan sende
Sızlayan sende
Bu kıçı kırık köylünün kahrını
Senden başkası çekmez
Aslında seninle gelmezdim emme…
Keziban bacı alınır.”
(Eve girerler sofra hazırdır, cökerler sofraya)
Muhtar
“Hadi bismillah…
Açlıktan nefesin koksa da
Sağlıktan bahsedersin
Topaldeli konuşsana
Bu millet boş laf dinlemeye alıştı,
Alıştırdılar
Hangi TV kanalını açsan
Kendi anlayışına göre reklam
Kendi anlayışına göre haber
Aynı milletin farklı kutupları
Aynen senin sağlık anlayışın gibi.”
“Eğer muhtar bugün senin evindeysem,
Keziban bacının hatırı için burdayım.
Yoksa bu boş sözlere hiç cevap vermezdim
Benim ne yemek pişirenim var
Ne üstümü yıkayanım var
Hemi benim dostum
Hemi de bu köyün muhtarısın
Hiç düşündün mü
Hiç aklından geçirdin mi
Şu fukarayı evlendirelim
Sevaptır, yazıktır yalnızlık
Bir Allaha yakışır
İşin düşer,
Aman Topaldeli
Oğlunu öldürdüm, ocağına düştüm
Etme eyleme bana bir akıl ver
Azalarla uğraş bana koş
Köylüyle uğraş bana koş
Bunları uğraşmadan önce düşünseydin
Avrat kaçırılmış, ondan sonra
Kapı kitle, bu tedbirsizlik
Bu gidişle, muhtarlığı
Cefcefler elinden alacaklar
Sonra dedi demedi deme muhtar.”
(Keziban bacı)
“Ağzını hayıra aç topal
Köylünün ocağına incir mi diktireceksiniz
Bu köyde ne mera kalır
Ne ortak mal
Komşu köylüler bile
Bu köye yerleşir
Kuşsaray köyünün adı kalmaz
Biraz önce pınardan su aldım gelirken
Vır vır çene
“Garib’e ne yaptınız
Eğer ona birşey olursa
Ben o dürzü kocandan
Bunun hesabını soracağım
Var muhtara böyle söyle,” demez mi
Bunca sene bu adama, sofralar serdim,
Kirlisini yudum,
Haftada bir eve çağırdım
Bu adamın dirisi gibi ölüsü de bela.”
“Sus kız sinirlerim tepemde zaten
Bir de sen dırdır etme
Zaten ekmek mi yedik,
Sopa mı
Anlayana aşk olsun “
Hadi otur da iki lokma zıkkımlanalım
Sonra da kıyı köylere
Kasabalara
Haber uçuralım
Belki bir duyup gören vardır.”
Dudak açıp örtmeler,
Şişen avurtlar,
Solunum güçlüğünün verdiği
Muşultular,
Birbirine karışan
Tabak, kaşık sesleri,
Dışarıda oynayan çocuklar,
Çekip giden köy bekçisi Garip
“Hak günü gelip çattı.
Bu deli hakkını almadan ortadan kayboldu
On iki ay taban tep
Sonra hakkını almadan ortadan kaybol
Eğer bu adam deli değilse
Ben şu bıyıkları kazıtır,
Oğlanım diye gezerim bu köyde.
Çıkart tabakayı da topal
Birer dumanlanalım
Öyle kafam şişti ki, anlatamam.”
(Tabaka ortaya konur)
“Hani senin vurulmuş
Şarabın vardı ya.”
“He vardı”
“Şarap içmeye mi geleceksin?
Tamam olur da
Eğer Sefil Mahmudu alıp gelmezsen
Ne kapıyı açarım
Ne şarap ikram ederim
Sefil Mahmut,
Sefil baykuşu,
Kurusöğütü,
Sarı Sultanı Çığırmalı ki
Biz kendimize ancak o zaman geliriz.”
“Ben şimdi gidip taş plakları hazırlayayım
Sen de gelirken
Bir hindi getir, bu meret mezesiz, etsiz içilmez
Muhtar!”
Tamam getiririm de, bunun acısını
Senden çıkarırım
Şimdi sen git
Al bağlamayı eline çalış.”
“Bu muhtarın emirleri bitmez
Kezban bacı
Senin eline koluna sağlık
Geçmişlerinin canına değsin
Ellerin dert görmesin.”
“Helal olsun gardaşım, helal”
“Kardeşim Sefil, biz girelim içeri”
Muhtarla Sefil içeri girerler
Muhtarla Sefili karşısında gören
Topal deli, fırlar ayağa..
Sefil:
“Vay benim
Canım ciğerim,
Göz nurum,
Köyümün yakışığı
Senin tezene tutan ellerine kurbanım”.
“Biz dedik
şimdi sevdalandı
Bizi görmeden uyanmaz
Seni uyarmak için kapıyı çalmadan girdik
Beni ne kadar mutlu yaptınız, anlatamam.”
Benim canlarım, can dostlarım
Siz sefa geldiniz
Ben de çağırtmasam, Sefil senin o güzel yüzüne hasret öleceğiz
Nerelerdesiniz buyurun, oturun,
Sen de hoş geldin
Nolur kusura bakma muhtarım
Sefil benim türkü babam
Kıskanma onu nolur muhtarım
Yok be dostum, neden kıskanayım
Sefil senin de dediğin gibi.”
Köyümüzün kalesi
düvenci ovası
Sen güzel dedin Topal
Hadi yorgunluğu hüzüne
Hüzünü coşkuya
Coşkuyu umuda dönüştürelim
Oku iki şiir de
At bizi duygu denizinin ortasına biraz yüzelim
Senin sözlerin can simididir
Yüzmeyi bilmesek de boğulmayız.”
“Tabii muhtarım, sen Sefil’imi alıp geldin
Sizin arzunuz emirdir, sofra hazır
Önce sofraya buyurun, size can feda
Yüreğim sanki, Denizden yeni çıkarılmış
Balık gibi çırpınıyor
O kadar hafifim ki, uçacakmış gibiyim
Şiir deyince, burkulur yüreğimin bir yerleri burkulur
İnler dururum.
Kaynar dururum
Sefil- de- hadi kaynayalım be dostum
Bak şaraplar dolmuş, her şey hazır
Bir “Muhabbete,” diyelim
Sen hemen başla
“Muhabbete”
“Muhabbete”
Hadi yarasın
Can cana
Can cana
Muhabbete
Peki peki, kızmayın başlıyorum
İncelikler ince ruha yazılmış
Güzellikler derinlere kazılmış
Hemi dünya, hemi insan bozulmuş
Ne haldeyim, soruyorsun, gel de gör
Yüzüme, gözüme bakarak kızma
Alnıma yaz nolur, yüreğe yazma
Kökümle söküyor, elinde kazma
Ne haldeyim, soruyorsun, gel de gör
Diplomaya bitiriyor okulu
Her cümlesi inan kavga kokulu
Yüreğimde dost hançeri sokulu
Ne haldeyim soruyorsun gel de gör
Hay sen sağ olasın Topalım
Gene damardan girdin, bizi bu akşam
İçmeden sarhoş edeceksin
Ben oldum bile dostlar
Ben de oldum.
Bu günlerde, seceremizi araştırıyorum
Ve onu araştırırken
Dedelerimin bu köye ilk gelişini hayal ediyorum
Önce Loştiğin’e konmuşlar
Bilirsin Merzifon’a baglı bir köy
“Burada bizi sivri sinek yer bitirir” deyip
verimli topraklardan ayrılmışlar
Oradan kalkıp Kultağa
Gelip yerleşmişler ve oradan da
Hangi nedendendir bilinmez kalkıp
Kuşsaray’a gelip yerleşmişler
Bir türlü anlayamıyorum
Her iki kondukları yerde de
“Ana sütüne doyamadan
Ölen bebelerimin
Yol yorgunluğuna
Dayanamayıp ölen ninelerimin
Mezarları var “
Onların adları neydi
Ak sakalını sıvazlayan dedelerim
Yazılı bir satır bırakmamışlar ki adlarını bilelim.
Benim gönlü umman
Sözü derman gardaşlarım
Sizinle olup da
Yerkürenin farklı coğrafyalarında
Yaşamamak olur mu
Yüreğim bedenime sığmıyor bu akşam
Düşlerim kurşuna diziliyor bir yerlerde
Ayrılıkları yaşıyorum, oysa ayrılıklar da
Buluşmalar gibi yaşamın bir parçasıdır
Ayrılık yaşadım inan her yerde
Önümü görmedim çektiler perde
Sevdalıyım amma sevdalım nerde
Ur tutmuş yaralar nasıl deşerim
Bu yüreğim yangın yeri hemşehrim
Yeşerdim biçtiler yeniden bittim
Körebe oynadık kayboldum yittim
Yoksul bacasıyım umutla tüttüm
Ömür defterine notlar düşerim
Bu yüreğim yangın yeri hemşehrim
Ne sağlık, ne huzur, ne de el veren
Yitirdim kendimi söylesin gören
Terk etmiş sevdiğim yüreğim ören
Ayrılıklar oldu benim neşterim
Bu yüreğim yangın yeri hemşehrim
“Hay ağzına sağlık Topalım
Şu sazı
Şu sözü ben nerede bulurum
Desene can.”
“Can dedin de aklıma geldi can dostum
Senin evin önünden geçerken gördüm
Sizin avlu duvarınız uçmuş, sana söz veriyorum
Sen de şimdi bana söz ver
Sen ne işinden kal ne de düşün
Bir gün eve gelmişsin ki
Duvar örülmüş Sefilim.
Peki sana söz Topalım.
Hay sen sağ olasın
Bence bizim olan, hepimizin
Biz bu köyde, birbirini sayıp, seven
Bir elin parmakları kadarız..
El veren ellerin dert görmesin
Bir de senden şunu soracağım
Bu köyün kuruluşundan bahsederken
Uz Ali’den bahsetmemek olmaz
Çünkü bu köyün kurucusuymuş
Evet o benim dedem
Onun hakkında yeteri kadar
Bilgim olmasa da
Bildiğim kadarıyla anlatırım
Bu köyün kurucusu
Uz Ali dedem
Söylentilere göre
Çorum’un bu yörelerinde
1800’lü yılların başında askerliğini yapmış
Görevi jandarma olduğu için, yöreyi dolaşmış
Buraları sulak, önü düz ova görünce
Askerlik bitince, buralara dönüp
Yerleşmeyi kafasına koymuş.
Diğer taraftan o zaman düzenli ordu
Olup olmadıgı tartışılabilir ve
Başka nedenlerle de gelip gezmiş olabilir
Yanlış hatırlamıyorsam, 1809’da
İkinci Mahmut, Tahta çıkınca
Mecburi İskân Kanunu’nu çıkarır
Halkı bulunduğu yerde iskâna zorlar
İşte bu yıllarda, dedemler Sivas’ın
Kangal kazasına bağlı
Zerk köyündedir.
Zerke de, Karaözü’nden geldikleri söylenir
Bu konuda elimizde kesin bir bilgi ve tarih yoktur
Amma Uz Ali dedem Kuşsaray’a gelen topluluğun lideridir.
Zerk köyü demiryolu üzerinde
Kurulu bir köydür,
Demiryolu
Çetinkaya İstasyonunda ikiye ayrılır
Sola Erzurum hattı, sağa Malatya hattı ayrılır,
Malatya hattına döner dönmez
Hemen sağda bir kel tepe üstünde
Kara yapılarla kurulu,
Tipik bir Anadolu, köyüdür Zerk
Sülalenin yarısı o köyden ayrılır
Neden ayrıldıkları ve bölündükleri
Hakkında hiç bir bilgimiz yoktur
Döne dolaşa bu günkü köyümüz
Kuşsarayı kurarlar.
Yıl kesin olmamakla birlikte
1818-1819 yıllarıni gösterir takvimler..
Uz Ali dedem tekrar köyü Zerk’e gider
Oradan oğlu çöl Veli’ye Gelin Elif’i
Gelin getirir Yıllar sonra
Gelin Elif ebem “Ben bu köye gelin geldiğimde
Bu köy sadece 12 hane idi,” derdi
Gelin Elif ebem 105 yaşında 1939’da
Yaşamını yitirdiğine göre Kuşsaray’a
1834’de gelin gelir.
O zaman kızlar erken gelin olduğuna göre
Gelin Elif ebemin onbeş, onaltı yaşında olduğunu
Düşünürsek köy 1818 ile 1819 yılnda
Kurulmuş olabilir.
Şimdi o küçücük köy aradan geçen bir asır’da
300’lü hanelerde dolaşıyor
Bu köyün en güzel yönü
E5’yolu üzerinde kurulması
Ulaşım olanaklarını kolaylaştırır
Köyde ilkokul eğitimi
Cumhuriyetin ilk yıllarında
Kesin olmamakla birlikte
1928-1930 yılında, İlkokul üç’e kadar
İlkokul eğitimi başlar
Ondan sonra bu okuldan mezun olanlar
Köy Enstitüsü’ne başlar ve oradan öğretmen
Olarak çıkarlar.
Kırklı yılların ortalarında bu köyün bir çok genç’i
Öğretmen, Assubay, Bankacı olurlar.
Bu meslek sahibi insanlar
Yurdun bir çok yörelerinde
Görevlerine başlarlar.
Degişik iş kollarında iş bulup
Köyden ayrılanlar olur
Sonra Almanya yetişir imdadına köylünün
Biraz rahat nefes alırlar.
“Peki Sefilim biz ne zaman rahat nefes alacağız
Kaderle başbaşa mı kalacağız
Yoksa kaderi, biz mi zorlayacağız
Birilerine meraklana meraklana
Hayran baka baka mı yaşayacağız
Gel sefilim seninle beraber gidelim bu köyden
El oğlu Ay’a, Yıldızlara doğru gidiyor
Biz de hiç değilse şehre doğru gidelim.”
“Gidelim gardaşım bu köyün
Akıl danışılan adamı sensin
Sen ne dersen ben orada kalırım
Sana hiç bir itirazım olmaz
Öl de öleyim topalım, canım ciğerim.”
“Sizi çok bilmişler sizi
Siz birbirinizi tartıyor musunuz
Yoksa birbirinizi ağırlıyor musunuz
Yoksa beni dinletmek hoşunuza mı gidiyor
Sabahtan beri iki laf edemedim
Ben bu güne, bu gün
Bu köyün muhtarıyım
Benim uçan kuştan
Vızılayan sinekten
Haberim olur,
Sen muhtarını atlatıyorum sayma
Saklasan da ben senin sıkıntılarını biliyorum
Oğlun, kızın evlenecek, Allah hayırlı etsin.
Ben senin kimin kızını istettiğni biliyorum
Sonra kızına, kimlerin talip olduğunu da biliyorum
Sen şimdi abeyin Kara Haydar geldi
Diye bizi görmezden gelirsin
Bu günün yarını da var aslanım
Tabii şimdi gardaşında gâvur parası çok
Olsun olsun gözümüz yok.
Bizim de bize göre her şeyimiz var
Yarın gelirsin, muhtarım
Hadi şehre inip şu düğünün muamelesini
Bir günde bitirelim, sana kebap alırım Muhtarım…
Hadi söyle ben bir kebaba fit olacak adam mıyım
Sen bu sözleri şimdi boşa dinle aslanım,
Seninle görüşürüz Sefilim.”
“Yahu muhtar o mübarek ağzını bir açtın
Ne Sefil’e ne bana fırsat verdin
Dedikleriyin hepsi neyse de
Kara Haydar ne zaman geldi
Benim neden haberim yok
Ben bu köylü değil miyim
Hadi muhtarım, şu bekçine seslen de
Çağırsın şu kara çavuşu
Ona o kadar soracağım soru var ki
Hem de o kara deyyusun muhabetini çok özledim
Yaban ellerden gönderdiği o ağıtlar var ya
Yemin ederim ömrümü söktü
Ben kendimi bildim bileli
Yüreğimi hiç bir şey bu kadar kanatmamıştı
Gelsin de bir de onun ağzından dinleyelim”
“Tabii tabii, emrin olur Topalım
Yoksa gecemizi zehir edersin
Hadiyin lak lak da lak lak
Yahu boğazımız kurudu
Hadi muhabbete, diyelim de öyle çıkayım
İnşallah o kör dürzü gene bir yerde sızmamıştır”
“Yahu muhtar ne sızması
Hangi parayla içip içip sızacak?”
“Aman Topal bilmemişlikten gelme
Bu kör her gün bir yıkılacak yer buluyor
Belki bana inanmazsınız
Yarın sen bir Kıpığın Ali’ye sorsana
İlla’ların gelincisinde içmiş içmiş küfelik olmuş
Evin yolunu bulamamış, yolda sızmış
Kıpgın Ali de el arabasına koymuş
yaşlı halinde, evine götürmeye çalışmış
Yarı yolda soluk soluğa kalınca
Yolda manda mayısı görmüş sinirden
Manda mayısına kakıvermiş bunu”
(Haha Haha haha gülüşmeler)
“Yapma, deme muhtarım,”
“Garibim kırk yılda bir buldu mayıştı”
“Siz öyle bellen dürzüler,
Siz birbirinize bakıp bakıp gülün
Muhtar söyledi, diye hahada haha ha haha
Gelince daha size bu körün
Nelerini anlatacağım, hadi şimdilik eyvallah”
“Güle güle muhtarım”
“Fakir ne yapsa suçtur
O da fakir olmasaydı
Benim adıma da öp bekçiyi yanaklarından.”
(Gülüşürler)
Muhtar karışır karanlığa gökteki yıldızları sayarken tökezler düşer
Eli hayvan mayısına bulaşır
Başlar karanlıkta bağırmaya,
“Bana bekçiyi bulun, bana bekçiyi bulun”
“Beni mi aradın muhtarım,
Emret burdayım, önce tut elimden
Kaldır beni, ondan sonra git şu Kara Haydar’gile
“Seni Topal Deli’ğilde bekliyorlar,” de,
Muhtarın emridir
Bunu böylece söyle, daha burada mısın,
Hadi koş,”
İkisi de karanlığa karışır kaybolurlar.
Köy bekçisi dışarıdan seslenir
“Kara Haydar emmi! Kara Haydar emmi!”
“Kim o?”
“Benim Haydar emmi”
“Sen misin bekçi Erdoğan
Gel içeri buyur”
“He.. Benim Haydar emmi”
“Gelsene içeri Erdoğan öyle yabancı gibi
Uzak durma, gel içeri
Kellegilin Mamak sana
Elbise yolladı, hemi onu alırsın
Hemi bir çayımızı içersin”
“Olur geleyim Haydar emmi
Bizim kıza bu gün bir etek
Giydirmiş Yastı Melek ecim
Çocuk sevinçten içeri girmedi
Diyor anası,
“Çam sakızı çoban armağanı
Gardaş keşke elimizden daha fazlası gelse.”
“Oturmasına,
Oturayım da, Haydar emmi
Davet mi var, komşuların hepsi burada”
“Evet, sağ olsunlar hoş geldine gelmişler
Sağdan soldan konuşup hasret gideriyik
Çay kahve içiyik, Saziye halamın,
Yavrum Haydar’ım
Dana’dan gelen sen misin yavrum
Hoş geldin sözüne biraz gülüştü komşular.
Danimarka diyemediği için kısaca
Dana’dan mı geldin diyor
Gene gülüşmeler
“Hapa teyzenin yavrum haşerim, hoş geldin
Valla billa seni tanıyamadım
Giyinmiş kuşanmışsın,şişmanlamışsın
Yavrum çok mu kazanıyın, benim çirkin
Çütcümü de götürsene, o da senin gibi olsun kurtulsun
Cebi para, üstü urba görsün
Yavrum Haşerim.”
“Benim elimde olsa yapmaz mıyım
Hepinizi götürürüm, benim ne paramı, ne de işimi elimden alırlar
Benim için daha iyi, garip kalmam, komşuları çoğaltırım
Ah keşke benim elimde olsa da, yapabilsem.”
“Sen aklı yetik birisin Haydar emmi
Oradaki köylülere selam söyle
Başta Mümtaz Koçak’a bizi burada unutmasınlar
Olur söylerim Erdoğan.”
“Haydi bana eyvallah Haydar emmi
Seni Topal Deli’lerde bekliyorlar
Muhtar sonra haber vermedim sanır
Gözünü seveyim Haydar emmi fazla gecikme olur mu?”
“Olur olur Erdoğan, gecikmem, ev halkına selam götür
Hadi güle güle.
Yahu bu da nereden çıktı şimdi gece yarısı oldu zaten.”
Köyün kadınları hem kocalarından haber almak
Hem de bacılıklarına göz aydınlığı dilemek için gelmişlerdir
Evin hanımı neşelidir, hem çayları dağıtır hem
Bacılıklarına laf yetiştirir.
“Gözün aydın kız yastı,”
“Sağol bacım darısı başına”
“Nerede o günler ah keşke keşke.
Aralarında fısıldaşıp gülüşürler
Söz döner dolaşır gene kadınlar kocalarını sormaya başlarlar
“Haydar ağa bizimkini gördün mü, nasıl, çalışıyor mu? Ne mektubu
Geliyor ne selamı, n’oldu bu herife sarı kızları görünce beni unuttu mu yoksa?”
“Seninkini görmedim, ne yalan söyleyeyim, çalıştığımız, oturduğumuz yer çok uzak
Onunla çok seyrek buluşabiliyoruz, çok şükür hasta sökel olan yok, işsizimiz yok,
Mesai bol, borçlarını ödemek için, sekiz saat yerine on on iki saat çalışıyorlar
İyiler selamları var, çok şükür bizimkiler de.. Sarı kız peşinde koşan hiç yok
Herkes işinde gücünde, siz hiç merak etmen
İşi yoluna koyan izin mevsiminde gelir.
Siz hiç kocalarınızı merak etmeyin”
“Oh be Haydar ağa, dedi kodu, köyde aldı yürüdü,
Hele ben demedim mi
Benim köroğlu öyle şey yapmaz.”
“Gözü kör olasıcalar, yarasız yere kurdu düşürürler.
Ben demedim mi size, bizimkiler
Öyle şey yapmazlar,
Benim adım Kara Kezik adım gibi bilirim
Ben bu köyün adamını…
Neyse Haydar ağa, çok gevezelik ettik,
Neredeyse gece yarısı oldu, biz de kalkalım.
Seni bekleyenler var.
Hadi hoşca kalın”
“Güle güle, gene buyurun, bekleriz iyi geceler”
“Size de”
Herkes çıkıp gider.
Kara Haydar, Topal Delinin
Kapısını çalar “Tak tak!”
“Kim o?”
“Benim Kara Haydar
Hemi çağırtıp, hemi de kapıda bekletirsiniz adamı
Yahu siz nasıl köy ileri gelenlerisiniz, hele açın şu kapıyı da
Tıraşlı yüzünüzü bir görelim”
Kapıyı Topal Deli açar
“Vay Kardaşım Kara Çavuş, seni görecek gözümüz var mıydı
Sen sefa geldin, hoş geldin, geç otur bizim fakirhaneye de
Fakirhanenin gözü, yüzü bir Avrupalı görsün, sahi çavuşum sen
Avrupa’nın neresindeydin, hangi ülkesinde, Danimarkada, oranın
Başkenti Kopenhag’dı değil mi”
“Evet orası?”
“Yahu, ben senin sadece adın,
Topal Deli sayıyordum, sen gerçekten delisin
Müsaade et de adama hoş geldin diyelim.”
“Peki peki, al senin olsun, adamı cebime sokmadım ya..
Ben de hoş beş ediyorum.”
“Kara Haydar hoş geldin, gel seni bir kucaklayayım
Yahu vallahi billahi çok özlemişim.
Ne var ne yok oradaki komşular nasıl,
Bir gittiniz pir gittiniz, ne mektup ne selam, aslanım.
Evinizi barkınızı biz bekliyoruz.
Bu da koca köyün muhtarı.
Bir mektup atıp da gönlünü hoş edelim, diyen çıkmadı içinizde.
Ben bu kadar mı, işe yaramaz gözden çıkkın birisiyim?”
“Yok be muhtarım işten, güçten elimiz mi değiyor?
Günün on üç saati çalışıyoruz. Eve geldiğimizde
Kaşık elinden düşmeden uyku basıyor.
Öyle kolay değil, el oğlu adama kolay para vermiyor.”
“Abi hoş geldin, sen bu muhtarın
Her lafına cevap verirsen, evin yolunu bulamazsın.
Doldur abimin bardağını da, bir güzelleşelim.
Nedir bu kadar sorgulama?
Akşamdan beri
Vay sen şunu yaptın, o şunu söyledi.
Muhtarım artık sen kendinle bile dövüşeceksin.”
“Gardaşlarım, beni hoş görün şu bizim, bekçi
Garip kaybolalı gözüme uyku girmiyor.
Olur olmaz yerde Keziban bacınızı da incitir oldum.
Ben ne yaptığımı biliyor muyum?”
“Sahi Garibe noldu, neden kayıp
Fıkaranın başına bir iş gelmesin”
“Kara Çavuş biz de kaç gündür onu düşünüp duruyoruz,
Amma bir türlü işin içinden çıkamıyoruz.
Bu adam nereye gider, ne yapar?
Hiç kimseye hiç bir şey söylemeden ortadan koyboldu.
Garibi ben kovmuşum gibi köylü üstüme yürüyor.
Hele şu Topal Delinin çenesi hiç durmuyor. “Eğer Muhtar
Garip’i bulmazsan, and olsun bu köyü terk edeceğim,”
Diyor, başka bir şey demiyor.”
“Sen biraz sus muhtar, bekçi bir aydır ortada yok,
Bir muhtarın bekçisinden nasıl haberi olmaz?
Haksız mıyım Kara Çavuş?
Ben gene sözümdeyim, eğer
Garip dönmezse ben de giderim bu köyden.”
“İyi de, benim güzel kardaşım, bu yaşlı başlı bir insan..
Bu adam bağlanmaz ki, muhtar bağlasın.”
“Aran, sorun bulun elbirliği ile garibimi.”
“Neyse, bunları yarına bırakıp, biz şimdi muhabbet edelim,
Gelmeden misafirin başını ağrıttık.
Hadi şu yıllanmış küp şarabından çekelim.”
“Sağlığa”
“Muhabbete”
“Cancana”
“Cancana”
“Gittiği yerler dert görmesin Çavuşum”
“Eyvallah dost”
“Eyvallah”
“Şöyle bir yaslan geriye. Kara Haydar, bundan sonra sen anlat.
Biz dinleyelim, ne var ne yok oralarda
İş durumu nasıl,
Kazancınız nasıl,
Köylülerimizde hasta sökel bir durum yoktur inşallah.”
“Yok Topalım çok şükür
Herkes iyi selamları var”
“Getirip gönderen sağ olsun
Döndüğünde bizden de selam et bütün komşulara.”
“Yahu Haydar Çavuş sen şu yolculuğunuzun, hikâyesini bir anlat
Çok şeyler dediler çok şeyler duyduk
Sonra o senin destanlar..
Köyde ağlamadık kimseyi bırakmadı
Hele o köyün yaşlı kadınları…
Bilirsin onlar çok içlidirler.
Yaşamın acımasızlığını, içlerine ata ata onları
Ne hale getirdiğini şimdi daha iyi anlıyorum.
Hani derler ya, “Bir dokun, bin ah işit..”
İşte öyle bir şey, neyse gerisini senin ağzından dinliyelim
Söz sende Çavuşum.”
“Estağfirullah erenler, söz verenler sağ olsun.
Şimdi ben nereden başlayayım
En iyisi ben köyden ayrılışımla başlayayım.”
Muhtar
“Söz sende Çavuşum.
Olayları bilen, yaşayan sensin.”
“Evet benim de muhtarım, İnan o günleri hatırlamak
Benim için o günleri yeniden yaşamak gibi bir şey
Yıl 1970 Aylardan Ocak, gününü hatırlamıyorum
Sanıyorum Ocak ayının ilk haftası, konu komşu hısım akraba
Bizi köyden asker savar gibi savdılar.
Çorum’a geldim
Oradaki dostlarla, akrabalarla vedalaştım.
Bizi İstanbul’a giden bir Otobüs’e bindirdiler.
“Pu!” desen yere düşmeyen bir kış günü.
Ertesi gün İstanbul’a vardık.
Yanımda bu Eski Ahmet, İbrahim Özdemir, birer bilet aldık
Kurban bayramının ilk günüydü,
İkindileyin bindik, dumanlı, kömürlü bir trene..
Gök yüzünü bir duman kapladı, puf puf yol alıyor tren.
Biz kurulduk kompardumana, kimse kimseyle konuşmuyor.
İlk defa ayrılıyoruz ülkemizden bizi neyin beklediğini bilmeden.
Bir bilinmeze, bir meçhule doğru yol alıyoruz.
Gözlerimizi birbirimizden kaçırarak, trenin penceresinden
Uzaklara bakıyoruz. Göz göze gelsek belki de ağlayacağız.
Dokunsan boşalacak yağmur bulutları gibiyiz, öyle kolay mı?
Elde avuçta ne varsa sat sav, çoluk çocuk neyle geçinir, nasıl yaşar..
Bunların cevabını, çaresini bulmadan düş yola..
Çek git. Ya bir de terslik olur ceptekileri
Yer bitirir, bir de geri dönersek?
Nasıl bakarız onların yüzüne?
Bu ve buna benzer bir çok soru
Beyine sıkılan kurşun gibiydi.
Neyse birbirimizle konuşmadan bir hayli yol aldık.
Sanıyorum akşam dokuz sıralarıydı Bulgaristan’a girdik.
“Pasport kontrol komşu, iyi akşamlar..”
Türkçe konuştukarına çok sevindik.
Çünkü hiç birimiz yabancı dil bilmiyoruz.
Ertesi sabah Yugoslavya’ya girdik,
Yolculuğumuz sessiz ve oldukça iyi geçiyordu.
Ta ki Zagrep’e gelinceye kadar,
Zagrep’te yanımıza bir genç bindi.
“Merhaba Türk müsünüz?”
“Evet biz Türküz, siz?
“Evet, ben de Türküm, adım Fikret.
Bu çok iyi oldu Münih’e kadar beraber gideriz,
Ben orada öğrenciyim.
Dil bilmiyorsanız ben size yardım ederim.”
“Sağol hemşehrim, seni bize Allah gönderdi.”
“Yok canım, ben kendim geldim,
Neyse hepsi şaka, hepinize iyi yolculuklar
Ben çok yorgunum.
Biraz uyuyacağım.
Eğer polis gelirse siz beni uyandırın.
Olur ki uyur kalırım.”
Ortalığı bir sessizlik alır gene..
Bir zaman sonra tren bir istasyonda durur.
İçeri polisler girer, Fikret hariç
Biz turistleri, kimini kapıdan kimini pencereden
Çekip aldılar aşagı.
Ve bizi bırakmadılar.
Ve Fikret pencereden seslendi.
“Hemşehrim, hemşehrim.
Bundan sonraki trenin ilk duracağı istasyon gene
Zagrep’tir. Orada inip kaçın.
Sizi Turist Ömer diye biri karşılar.
Onunla kızılay Oteline gidin.
Orada size yardım edecekler var.
Polisler ite kaka istasyona getirip,
“Dobra İstanbul!” diye birer bilet kesip verdi elimize.
Yeniden bindirirler trene. Ve başladı tekrar geriye doğru yolculuk.
Varın ruh halimizi siz hesaplayın, neyse boğazımız kurudu.
“Sefil poşetin İçinde’ki Viskiyi çıkar da iki yudum
Alalım, bu hüznü ancak o dağıtır.”
Daha önce Viski görmedikleri için, ellerine alır, herkes inceler , tadını merak eder Bakarlar birbirine
“Hadi sağlığa canlar, biraz serttir su gibi içmen,
Varsa yanına kola, yoksa sade su da olabilir.”
“Uzat şu mübarek ellerini de
Can cana diyelim.”
“Cancana yarasın.”
“Yarasın dostlar!”
“Böyle devam mı edeceğiz, yoksa başka şeyler mi konuşacağız
Ben gene sonra devam ederim
Çok üzgünüm
Yüreğinizi kararttım.
Sefil’den iki türkü dinleyelim mi?”
“Dinleyelim Çavuşum, nasıl olsa beraberiz
Biz bu yolculuğun devamını senden dinleriz.
……..
“Sefil’e bir “Sarı sultan” söyletelim.
Amma bu Türkünün hikâyesini de anlat Sefil”im.”
“Tamam tamam sizden kurtuluş yok anlatayım.
Sarı Sultan Sungurlu’nun Yörüklü köyünde yaşayan, köyün en güzel kızı.
köyün gençlerinden bir delikanlıyla birbirlerine tutkunlar.
Gel zaman git zaman, delikanlı Sarı Sultanı ailesinden istetir.
Ne yazık ki, kızı vermezler ve üzgün olan bu iki genç kaçmaya
Karar verirler ve kaçarlar.
Kısa zaman sonra yakalanırlar.
Ailesinin baskısıyla
Zorla kaçırıldığını anlatır mahkemede.
Delikanlı tutuklanır ve Şu ağıdı söyler.
Yörüklü derler de dağın içinde
Sultan gül topluyor bağın içinde
Emsalin bulunmaz köyün içinde
Sultanım Sultanım, sarı Sultanım
Niye “Cebri..” dedin, sana kurbanım
Sarı saçlarına ben de kurbanım
Düşürdüler Yörüklü’nün yoluna
Kelepçe vurdular nazik koluma
N’ola götüreydim seni Çorum’a
Niye “Cebri..” dedin sarı Sultanım
Gün gelir de sözlerinden utanın
Sarı saçlarına Ben de kurbanım
Sungurlu’nun minaresi parlıyor
Sultan kız da domur domur terliyor
Yakınları hem korkutup, yelliyor
Sultanım sultanım sarı Sultanım
İfadende doğru söyle kurbanım
Sarı saçlarına ben de kurbanım.
KaraHaydar
“Ağzına gönlüne sağlık, gardaş.
Bir de kuru Söğüdü söyle
Bu sesi bu muhabbeti ne kadar özlemişim anlatamam.”
“Emrin olur gardaş.”
“Emir değil rica, göz nurum, canım.”
“Kuru sögüdün hikâyesine gelince
Ben askerliğimi Erzurum’da yaptım
Alayımız Palandöken dağlarının eteklerindeydi.
Alayın üst yanında hemen hemen alaya bir iki km.
Uzaklıkta bir kuru söğüt ve söğütün yanı başına
Hayvanlar için ot yığmışlar. Önünden de bir yol geçiyor.
Kış yaz bizi o söğüde nöbet’e dikerlerdi .
Her sabah, her akşam..
Yarbay elinde bastonu hemen önümüzden gelir geçerdi.
Ne selam verir ne soru sorar.
Boşluğun ortasında iki Asker, iki ayrı dünya.
Bekler durur.
Bakalım Aşık bu durumu nasıl anlatmış, size o Türküyü söyleyeyim.”
“Seni dinliyoruz Sefil muhtarını Türküye doyur bu akşam.”
“Olur muhtarım.”
KURU SÖĞÜT
Akıl ermez askerliğin işine
Söğüdü bekletirler boşuna
Orda bir iş gelse benim başıma
Arayıp soran yok, ona yanarım
Kurumuş yaprağın dalların solmuş
Kurt ile, bit ile içlerin dolmuş
Zavallı söğüt de dalgayı bulmuş
Kuru söğüdü beklediğime yanarım
Söğüdü sorarsan Alay önünde
Yarbay gelir geçer baston elinde
Hiç sormuyor, oğlum senin derdin ne
Kuru söğüdü beklediğime yanarım.
Aşık böylece dokunmuş geçmiş
Amma bu sözler aşığın yüreğini delip geçmiştir
“Peki, Kara Haydar! Senin yol hikâyen yarıda kalmıştı,
Devam edecek misin?”
“Hayır, beni bugün bağışlayın.
Yarın Sağmaca’da piknik yapar, orada devam ederiz.
Baksana hepimizin uykusu geldi.
Bir de siz bugün pancar çapalamışsınız
Gidip yatalım. İyice dinlenelim.
Yarın daha ayık kafada devam ederiz Topal’ım.
Şimdi dağılalım herkes evine gitsin. Size iyi uykular.”
Çıkar gider. Peşinden diğerleri de giderler
Karanlığa bürünmüş kale’nin gölgesinde bir köy.
Ve E beş yolu. Yoldan geçen arabalar.
Ve o arabaların cırcır böceği gibi geceyi
Aydınlatmaya çalışan ışıkları
Kaleyi ve Düvenci Ovası’nı döven araba gürültüsü
Ve köpek havlamaları
Arada bir duyulan horoz sesleri.
“Her halde sabah yakın.
Bugün de böyle geçti.”
Kendi kendine konuşarak yürür
“Bu ne güzel bir mutluluk.
Ne güzel bir iç huzuru
Köyünde, evinde, ailenle, dostlarınla olmak”
Ve karabaş evin sahibini görünce üç yıl sonra,
Onu koklar, takla atar, onunla oynamak ister.
Onunla köyün içinde beraber dolaşır.
gece de her zamanki gibi onu kapıda karşılar.
Sevincinden ona sürünür.
Evin kapısından içeri girinceye kadar
Ağzının içinde bir şeyler anlatmaya çalışır.
“Yahu, bak şu köpek bile ne kadar mutlu.
Demek ki, mutluluk bu.
Mutluluk yerden bitmez, havadan yağmaz.
Mutluluk el birliğiyle ürettiğimiz sevgiymiş demek ki.
Şu köpeğin sevincini ben nasıl unuturum.
Ayrıca, kim bilir nasıl üzülür ben gidince.
Ya ben nasıl unuturum bu sevgi gösterisini.
Karısı Yastı, elinde mumla kapıda karşılar kocasını.
“Sen nerede kaldın? Neredeyse sabah olacak.”
“Geldim işte. Çok mu bekledin?”
Ve girip yatarlar. Çocukların horultusu duyulur
Gecenin karanlığında.
“Ertesi gün kalktık
Hazırlıklarımızı yapıp Sağmaca’nın yolunu tuttuk
Vardık ki herkes gelmiş bizi bekliyorlar.
Ne yana dönsem tanıdık yüzler.
Herkes kurmuş sofrasını..
Yiyenler, içenler gezenler..
Hemen hemen herkes bana hoş geldine geldiler.
Çünkü köye ilk gelen izinci bendim.
Hal hatır soranlar, yakınlarını soranlar…
Dilimin döndüğü, kadarıyla bütün bildiklerimi anlattım.
Hoş beşten sonra
Hazırlanmış piknik sofrasına kurulduk.
Masamızda içecekler. Başladık yavaş yavaş rakı içmeye.
Zaman ilerledikçe söz sohbet de ilerliyordu.
Neyse söz dönüp dolaşıp bizim turist yolculuğuna geldi.
Ben başladım kaldığım Yerden anlatmaya
“Tren ilerliyor, sanki rayların üstünde değil de
Yüreğimizi ezerek ilerliyordu.
Aradan yedi, sekiz saat gibi bir zaman geçti.
Tren ilk defa bir istasyonda durdu.
Baktık peşimizden bağıran Fikret’in dediği gibi
Zagrep istasyonu..
Bavullarımızı aldığımız gibi
İndik aşağı ve hızlı adımlarla
Kaçarcasına uzaklaşıyoduk istasyondan.
“Arkadaşlar, kaçar gibi nereye gidiyorsunuz?
Durun da konuşalım,”
Biz o sesi duyunca yavaşladık.
İri yarı bir adam yetişti arkamızdan.
“Ben Turist Ömer, siz bu kışta kıyamette nereye gidiyorsunuz?
Soğuktan donarsınız.
Gelin ben sizi Kızılay Oteline götüreyim.”
“Olur,” deyip düştük adamın peşine.
Vardık ki bizim gibi, onlarca insan toplanmış.
Korkuyla bakan gözler, mutsuz yüzler,
Odalarımızı gösterdiler.
Hiç ses çıkarmadan birbirini tanıyan ikişer kişi
Aynı yatağa girip yattık.
“Sabah ola hayır ola!”
Ertesi sabah kalktık.
Kahvaltımızı yapıp ne yapacağımızı düşünürken,
Salona kuruyağız bir adam girdi.
“Selamünaleyküm”
“Ve aleykümselam, arkadaşlar benim adım,
Çingene Hasan.
Ben size yardım etmek için buradayım.
Sizler nereye gidecekseniz
Ben sizi istediğiniz yere götüreceğim,
İşte yanımızda beş dil bilen Necati
Her türlü sorununuzu biz çözeriz.
Sizi İtalya sınırından, geçirip Hamburg’a götüreceğiz.
Hamburg’a gidecekler şöyle ayrılsın” deyince
Biz on kişi ayrıldık.
“Tamam, biz sizi bu gece İtalya üzerinden,
Hamburg’a götüreceğiz
Amma bavullarınıza yerimiz yok.
Bavulunuzun içindeki kıymetli, işe yarar olanları bir
Plastik torbada toplayın.
Elinize alın, sonra vay dediydin vay demediydin,
Ben anlamam.
Siz şimdi hazırlığınızı yapın bizi bekleyin,
Biz akşam saat sekiz gibi sizi buradan alırız.
Hadi hoşca kalın,” deyip gittiler. Bizi aldı bir telaş..
Ne haritadan anlayanımız var, ne de dil
Bilen bir Allahın kulu aramızda.
İtalya’dan, deyip bizi gece nereden,
Nereye götürecekler..
Bir de gece kapalı bir minibüs..
Nereye gideceğimizi bilmeden, koltukları, döşemesi olmayan
Bir minibüse bindik.
Bize dediler, “Sakın ses çıkarmayın, iyi yolculuklar,”
Deyip kapattılar kapıları.
İki saat gibi bir zaman sonra durdular.
Ve kapıyı açtılar. Soğuk bir gece..
“Arkadaşlar, biz bu tekerlerle yola gidemeyiz..
Kar kış, yollar buz.. Siz birer yüz mark çıkarın.
Hem tekerleri yenileyelim, hem benzinimizi doldurup
Yolumuza devam edelim.
Herkesten aldılar yüzer Mark.
Sıra bana gelince ben “Hayır,” dedim.
“Bakın arkadaşlar, adam başı altı yüz Marka sizinle anlaştık.
Bizi Hamburg’a ileteceksiniz ve ben
Paranın tamamını orada vereceğim.
Ben size Hamburg’a varmadan bir Mark bile vermem,”
“Yahu olur mu, herkes veriyor da sen neden yan çiziyorsun?”
“İşinize gelirse, yoksa geri dönün beni aldığınız yere bırakın,
Ondan sonra devam edin, siz bilirsiniz,”
Çingene Hasan dedi ki,
“Yahu, siz onu bana bırakın. Ben ondan, sonra alırım,”
Tekerleri değiştirip, benzini doldurdular ve kapıları gene kapattılar.
Tekrar nereye gittiğimizi bilmeden ve
İçimizden dualar ederek, bir zaman gittik
Ve arabamız tekrar durdu, kapılar açıldı.
“Verin pasaportlarınızı, sınıra geldik,”
Ben gene itiraz edip vermedim pasaportumu.
“Tamam, sen bizimle gel,” dediler.
İndim minibüsten. Onlarla birlikte yürüdüm.
Geldik bir kulübenin önüne.
Necati dediği çocuk pasaport dolu plastik torba elinde
Girdi kulübeden içeri.
Uzattı polise pasaportları
Polis pasaportları evirdi çevirdi.
Tekrar torbaya koydular.
Bana hiç bir şey soran olmadı.
Çıktık dışarı. “N’oldu Necati?”
“Sorma Abi, biz vize almadan çıkmışız yola.
Gidin vizenizi alın öyle gelin, dediler.
Tekrar bindik minibüse.
Gerisin geri, ver elini Zagrep.
Sabah erkenden, geri geldik Zagrep’e.
Ve minibüsten iner inmez yürüdüm
Kızılay Oteline.
Peşimden bağırıyorlar,
“Nereye arkadaş, bizim paralar n’olacak?”
Ben hiç duymamış gibi,
“Bana ne sizin paranızdan,
Kime verdinizse ondan alın,”
Deyip gelip yattım Otele.
Ben böyle anlatıp gidiyorum amma,
Soğuktan dişlerimiz kilitlendi.
Aç susuz, neler neler.. Biteceği
yok ki dertlerimizin.
Ve o akşam yola çıkmadan önce,
Cebime ne kadar Çorum leblebisi varsa koymuştum.
Onu yedim.
Ve Otelde üç gün kaldım,
Üç gün sonra, “Şöyle bir dışarı çıkıp gezeyim,” dedim,
Otelden beş yüz metre uzaklaşmadan
Peşime bir topal adam düştü.
“Arkadaş sen Türk’sün herhalde.
Dur da konuşalım,”
“Peki, ne istiyorsun arkadaş? Onu söyle,”
”Sen bana Türk parası ver ben sana
Yugoslav parası vereyim.
Bankaya gitme ben senin paranı bozarım, hem de kârın olur,”
“Bak arkadaş bende Türk parası yok
Sen bana uçak yazıhanesini gösterirsen çok makbule geçer,”
Sağ olsun, o da gösterdi yolu.
Oradan Danimarka’nın başkenti
Kopenhag’a uçak bileti aldım.
Oldu cebimde üç tane bilet.
Bir İstanbul-Kopenhag tren bileti.
İki Yesenice- İstanbul Tren bileti.
Üç Zagrep-Kopenhag Uçak bileti.
Cepte paralar suyunu çekti.
Neyse uzatmayalım.
gece saat ikide uçağa bindim.
Sabah saat beşte Kopenhag’a indim.
Cebimde sadece beş markım kalmıştı.
Bana buradan çıkmadan
Kıvrık teyze bir adres vermişti.
Dışarı çıkınca o adresi Taksiciye gösterdim.
“Gel,” dedi bindirdi beni
Taksi’ye. Bir kar, bir kış.. Araba zorla ilerliyor.
Bir kurt kemiriyor içimi.. Ya bu adreste bizim köylülerden
Birini bulamazsam, cepte para yok, ben Turist’im.
Ben değilim amma pasaportumda Turist yazıyor.
Ne yapar ne ederim Taksici beni polise teslim ederse.
Dil yok, diş yok bilmediğin bir memleket…
Bu düşler ve sıkıntılarla terin suyun içindeydi tüm vücudum.
Bir saat gibi bir zaman sonra
Gasturup diye yazan küçük bir köye girdik.
Taksici tekrar adresi eline aldı her sokak önünde durup
Sokak levhalarını okuyor anladım ki adres burası..
Köyün biraz dışında bir evin önünde durdu.
İndi arabadan kapıyı çaldı. Kapıyı kim açtı.
Taksinin parasını kim verdi.”
Muhtar “Kim verdi. Kim, kim?”
Değişik insanlar ağızlarının içinden
Yarı duyulur duyulmaz sesler çıkardılar.
Merakla bekleme başladı.
Kara Haydar sanki o anı yaşıyordu.
Onu bir sıkıntı bastı. Rengi değişti.
Boğazına lokmalar dizilmiş
Gibi yutkundu. Üzgün müydü?
Yorgun mu, heyecanlı mı? İsimleri bir türlü söyleyemiyordu.
Ortam Zaten çok değişik yaşamların anlatıldığı bir ortamdı.
Sanki bir kâbus çökmüştü Kuşsaray Köyüne.
“Biraz sonra söylerim,” deyip uzaklaştı oradan Kara Haydar.
Hüzün, yorgunluk, telaş sarmıştı Sağmaca’yı…
Oradaki bütün insanlar toplanmıştı bir araya
Ortada ne alışıla gelmiş gürültü,
Ne gök yüzünden bölük bölük Turnalar geçiyordu.
Ne yukarıda akan Kel Veli’nin pınarın sesi,
Ne çocukların oyun sesleri duyuluyordu.
Sağmaca, suyunu tüm canlılara sunan o kocaman
Tabiat ana gönlünü kaldırmış gibiydi bizden.
Üstümüze üstümüze yürüyordu Çaşaklı koyak…
Nasıl anlatsam, herkes üzgün, herkes durgun.
Çünkü herkesin yakınları vardı Danimarka’da.
Aradan geçen zamanın ne önemini,
Ne de sınırını düşünüyorlardı ki,
Gene sessizliği köyün en kıymetli misafiri bozdu.
Dağı yoktur taşı yoktur hep ova
Anam babam yok ki eylesin dua
Dönüp de sılada kurayım yuva
Yuvası dağılan kuşa benzerim
Danimarka derler düzdür ovası
Yayılıyor al inekle danası
Küçük yavrulara baksın anası
Sağ olana gurbet bitecek bir gün
Benim arkadaşım zavallı Cenap
Şu bizim halımız, harap mı harap
İkimiz bir olak alalım şarap
Meramımız defnedelim arkadaş
Herkes kulak kesilmiş dinliyordu.
Türküyü bitirip gelip yerine oturdu.
Çok duygulanmıştı.
Göz yaşlarını tutamadı.
Başını iki elinin arasına alıp, ağladı bir zaman.
Ve kadınlar orada
Bulunanlar, piknikte değil de sanki
Birbirlerinin acısını paylaşıyorlardı. birbirlerinin başlarını
Okşuyor, sırtlarını sıvazlıyor,
Birbirlerini sakinleştirmeye çalışıyorlardı.
Yavaş yavaş başını kaldırdı
Ve konuşmaya başladı.
“Kapıda ilk görünen Mümtaz Koçak’tı.
Peşinden Kellegilin Mamak, Çanlı İsmail,
Eşenin Mehmet ve tanımadığım başka insanlar da göründü.
Mümtaz “Vay vay, bak Enişte, kim gelmiş,”
Birbirine ulaşıp kucaklaştılar.
Ve geri dönüp seslendi.
“Hadi arkadaşlar pamuk eller cebe,
Taksiciyi gönderin,”
Aralarında para toplayıp Taksiciye verdiler Taksici gitti.
Girdik içeriye.
İçerisi o kadar kalabalık ki oturacak yer yok.
Neyse sözü fazla uzatmayalım.
Ne karyola ne mobilya.. Yataklar yerde serili..
İşçi olanlar gece yatıyor.
İşçi olmayan bizler yerde ve sandalyada
Oturarak uyuklayarak sabahı ediyoruz.
İşçiler kalkıp işine gidiyorlar.
Biz onların yerine yatıyoruz.
Öyle böyle derken aradan bir ay geçti.
Bana Mümtaz bir Çiçek bahçesinden iş bulmuş.
Oradan işçi olmam için aldığı kâğıtla beni
Hamburg’a gönderdiler.
Ve orada altı ay elin arasında aç susuz vize
Bekledim. Ve bu arada benim gibi olan çok insan var.
Bize Hamburg hal’inden iş buldular.
Üstü cergeli kapalı bir kamyonla,
Orman içinde kaldığımız evden bizi gecenin üçü, dördü..
“Işımadan “hal” de olmalısınız..
Karanlaşmadan da buradan ayrılamazsınız.
Eğer bir kontrol olursa sizi yakaladıkları gibi
Sınır dışı ederler
Beni de hapse atarlar.” diye korku vererek bize gün yüzü göstermedi.
Orada tam beş ay çalıştım.
“Saat ücretiniz iki mark diyordu.
İşte şu kadarı ev kirası, şu kadarı su parası,
Şu kadarına çamaşırlarınız yıkanıyor,”
Diye neredeyse her şeyi başabaş getiriyordu.
Biz buna da razıydık.
Kime el açacaktık? Nerede kalacaktık?
Hiç değilse bir arada birbirimize yardımcı oluyorduk.
Başımızı sokacak bir ev vardı.
Amma evde çeşitli uluslardan en az yirmi dört kişi vardık.
Bu sıkıntılar ve bu güçlükler içinde çok şükür işçi olabildik.
Gördüğünüz gibi şimdi birlikteyiz.
O günler gitsin bir daha da gelmesin.
Haydi hepinizin sağlığına..
Sizi biraz istemeyerek üzdüm.
N’olur beni bağışlayın…
……
”Yakın tarih, Uzak tarih, tarihte tarih
Senin tarihlerin bir işe yaradığı yok
Bu sözlerle buralarda eğlenip duruyoruz”
“Topal yeter artık, bırakalım şu boş lafları
Ne yapacaksak yapalım.”
“Tamam da Sefil’im, öyle kolay mı bu yaştan sonra
Yeni bir hayata başlamak, yaş yarıyı geçmiş, bir de
Gittiğimiz yerde işler iyi gitmezse, sade şaşırırsak
Öyle şaşkın, perişan köye geri dönersek, o zaman
Halimiz n’olur hiç düşündün mü, herkesin eğlencesi oluruz.
Yahu topal zaten olacağımız kadar olmuşuz.
Bundan kötüsü, bundan acısı da olmaz.
Abiyim ta uzak memleketlere gidiyor da
Biz şurdan yakın şehre bile gidemiyoruz.
Buralar beni sıkmaya başladı
Bak Garipten ne ses var, ne haber.
Bu köyden kaçan kurtuluyor.
Gel seninle bir karar verelim bu gün.
Ne zaman gideceğiz?
Gittiğimiz yerde ne yapacağız?
Hangi işi tutacağız?
Nereye gideceğiz?
Bütün bunları oturup kararlaştıralım var mısın?.”
“Varım
Varım.
Vallahi de varım, billahi de varım Sefil’im.
Yalnız şimdi git akşam bize gelirken bir boğma rakı isterim.
Sakın bozuk, palabıyık olmasın.
Sonra cezalı duruma düşersin.
Sen bilirsin, benim sözüm birdir bilirsin.”
“Bilirim Topalım bilirim, inanır mısın seninle olmak
Senin yanında olmak, bana huzur ve mutluluk veriyor.
Sanki bütün günahlarımdan arınıyorum.
Bütün sorunlarım bitiyor.
Sanki Kuşsaray’da değil de farklı bir Coğrafyadayız.
Ve yollar, Ufuklar pırıl pırıl.
Hangi yöne dönsem, içim kıpır kıp